EMEKLİ ASKERLER SORUNUMUZ
http://tbmm.ajanspress.com.tr/customer/basic/press/Displayer.aspx?id=21093518&
Emekli askerler sorunumuz
Türkiye’nin darbecilerini affetmesi durumunda, darbe güçlerinin ve onların “sivil” destekçilerinin muhtemel davranış biçimlerini gözden geçiriyorduk… Böyle bir affın, onları demokratik bir toplumsal tahayyülün parçası hâline getirmeye hizmet ederek, “büyük bir barış”ın yolunu açıp açamayacağı sorusunun cevabını arıyorduk…
“Büyük af, büyük barış” yazılarının sonuncusunda (26 şubat), darbenin sacayaklarından ikisinin (muvazzaf askerler ve toplumdaki “sivil” destekçileri) durumunu gözden geçirmiş; oralardaki zihniyetin hâlâ “Ergenekoncu” kalmaya devam ettiğini göstermeye çalışmıştım.
Sacayaklardan üçüncüsü olan “emekli askerler”in pozisyonlarına ve ruh hâllerine gelince…
Geçen yazıda, Namık Çınar’ın, bir bölümünde Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki (TSK) emekli askerler sorununu ele aldığı 8 şubat tarihli yazısından söz etmiştim.
Kendisi de emekli bir asker olan Çınar’ın satırlarıyla başlayalım:
“Ordu acilen bunların hâkimiyetinden kurtarılmalıdır”
“İç Hizmet ve Askerî Personel kanunları, emeklileri asker kişiler olarak saymıyor; onlar da herkes gibi sivil kimselerdir artık.
“Ne ki, özellikle emekli generaller ve albaylar, fiilî olarak ordunun yakasını bırakmıyorlar bir türlü. Bu bağı kurma ve iletişimi sürdürme olanağı buldukları yerler ise, unlarını eleyip eleklerini de duvara asmış olmaları gerekirken hâlâ eskisinden de yoğun bir şekilde yaşam sürdürdükleri askerî mıntıkalar içinde yer alan general lojmanları ile orduevi ve askerî kamplar olarak karşımıza çıkıyor.
“Hâlbuki ordudaki bütün sosyal tesisler esasında muvazzaf kadrolar içindir. Eh, emekliler de yararlansın diye düşünülmüşken, âdetâ onlar tarafından ele geçirilmişlerdir.
“Hiçbir askerî sorumlulukları kalmadığı hâlde, toplum tarafından da neredeyse sanki hâlâ asker imişler gibi algılanarak TSK’yı siyasallaştırmalarına göz yumulmaktadır.
“O yüzden ordu, acilen bu emekli unsurların hâkimiyetinden ve etkilerinden kurtarılmalıdır.”
Darbe Günlükleri’nde emekliler sorunu
TSK’nın emeklilerinin, TSK’nın muvazzaflarını darbeye kışkırtmada oynadıkları rolün ne kadar ciddi olduğunu anlayabilmek için mutlaka dikkate alınması gereken bir kaynak da Darbe Günlükleri…
Özden Örnek, günlüklerinde sık sık emeklilerin kendisini ve öteki komutanları ziyaret edip, onları hükümete karşı kışkırttıklarından söz eder.
Ben, Örnek’in özellikle kendi dönemlerinde “ihtilâl” lafını kimsenin ağzına aldırmayan, buna mukabil emekliliklerinde “ihtilâl kışkırtıcısı” kesilen emeklilerden söz edişini çok dikkat çekici bulmuş, ilk kez o zaman TSK emeklilerinin ne kadar zehirleyici bir rol oynadıklarını anlamıştım… Şöyle yazıyordu Örnek:
“(…) Bulundukları yerlerden devleti ve TSK’yı idare etmeye kalkıyorlardı. Onlar için yönetimde kim varsa iyi değillerdi. Unuttukları, bu insanları kendileri terfi ettirip oralara getirmişlerdi. İktidara karşı TSK’nın tepkisinin nasıl olmasına kendi aralarında toplanıp karar veriyorlar ve kararlarını da Ankara’ya ulaştırıyorlardı. Bu haberler de çoğu zaman basına düşüyor ve TSK sanki bölünmüş gibi bir görüntü veriyorlardı. Kendi zamanında ihtilâl kelimesini ağzına aldırmıyanlar, iktidara karşı ihtilâl tavsiye eder hale gelmişlerdi. Kendi Aralarında Encümen-i Dâniş kurmuşlar ve her olaya bir fikir yürütüyorlardı. En tehlikeli konu buydu.”
Elbette “kışkırtıcılık” tek taraflı değildi, muvazzaflar da her zaman kendi darbelerini “emekli desteği”yle güçlendirme peşinde olmuşlardı…
Bu noktada, Taraf muhabiri Arzu Yıldız’ın 15 şubat tarihli haberindeki, Batı Harekât Planı (1997) için toplanan generallerin öneri sepetinde yer alan maddelerden birini hatırlamak yeter: “10 emekli general biraraya gelse, muhtıra verseler…”
Özden Örnek’in işaret ettiği ilginç bir nokta da, 1995’ten sonra “teröre karşı koruma” amacıyla başlatılan, bütün “or” ve “kor”ların İstanbul’daki iki büyük merkezdeki (Fenerbahçe Orduevi ve Harp Akademileri) lojmanlarda toplanması uygulaması…
Örnek’e göre, bu uygulama şöyle bir sonuç doğurmuştu:
“Bu kadar hırslı ve saltanata alışmış insan bir araya gelince öncelikle güncel olarak yönetimde olan kadrolar tenkid edilmeye başlandı. Tenkidin dozajı çoğunlukla kaçıyordu. Yapılanları beğenmeyip bu iş böyle olmaz diye haberler gönderiliyordu.”
Bu kışkırtma faaliyetinin, “işler açılınca” yeniden canlanacağını düşünmek için kâhin olmaya gerek yok.
Artık hülasa edebiliriz: Muvazzafı böyle, emeklisi böyle, onlardan medet uman “sivil”i böyle… Eh, böyle bir vasatta bir “büyük af”fın büyük bir barış doğuracağını nasıl umabiliriz ki?
Bu koşullarda “af” ne kadar büyük olursa olsun, “barış”ı sağlaması mümkün değil… Ne yazık ki!
***
27 Mayıs- 28 Şubat- 27 Nisan ve 12 Mart- 12 Eylül
Gelin, 28 Şubat darbesinin 16. yıldönümünü idrak ettiğimiz şu günlerde darbelerimizin karakter analizini yapalım…
Başlıktan da anlaşılabileceği gibi ben 27 Mayıs (1961), 28 Şubat (1997) ve 27 Nisan’ı (2007) bir yere; 12 Mart (1971) ve 12 Eylül’ü (1980) başka bir yere koyuyorum…
İzah edeyim…
12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde ordu kendisini toplumun çatışan kesimlerinin üstünde, tabir caizse “toplumüstü” bir kategori olarak sunabilmiş, dolayısıyla toplumu, müdahalelerinin “siyaset dışı” ve “bütün toplumsal kesimlerin menfaati icabı” olduğu hususunda ikna edebilmişti.
TSK, müdahalelerinin meşruiyetini bu pozisyonuna dayandırdığı için, toplumdaki siyasi kutuplardan herhangi birinin desteğini özellikle aramak gibi bir tavır içine girmemiş, tam tersine bundan kaçınmıştı.
Oysa 27 Mayıs, 28 Şubat ve 27 Nisan’da
durum bundan farklıydı…
27 Mayıs öncesinde ve sırasında TSK hepimizin bildiği bir “halkla ilişkiler” faaliyeti yürütmüştü; çünkü 12 Mart- 12 Eylül’ün tersine, 27 Mayıs’ta TSK “taraf”tı… Halkın yarısının desteklediği bir siyasi iktidarı devirmeyi planlıyordu, o nedenle de öbür yarısının desteğine ihtiyaç duyuyordu.
Dikkat ediniz, 12 Mart- 12 Eylül doğrudan doğruya siyasi iktidarları devirmeye yönelik değildi; ordu, toplumsal kargaşayı önlemek için iktidara geldiğini söylüyordu bu iki darbede, siyasi iktidarlar ise “kendi dar siyasi menfaatlerini memleket menfaatlerinin üstünde tuttukları ve mevcut kargaşayı önleyemedikleri için” cezalandırılmışlardı.
Bundan sonrakiler…
28 Şubat darbesi ve 27 Nisan darbe girişimi de 27 Mayıs karakterindeydi… Çünkü onlarda da doğrudan doğruya halkın seçtiği siyasi iktidarlar (Refah Partisi ve AK Parti) hedef alınmıştı ve TSK açıkça “taraf”tı… Dolayısıyla tıpkı 27 Mayıs’ta olduğu gibi 28 Şubat ve 27 Nisan’da da toplumun bir bölümüyle ittifak kaçınılmazdı.
İki darbe öbeği arasındaki farkı belki de en iyi, bunların tipik örnekleri olan 12 Eylül’le 28 Şubat’ın hazırlık süreçlerinin anlatıldığı harekât planlarını inceleyerek anlayabiliriz: Bayrak Harekât Planı’nda (12 Eylül) hiçbir “halkla ilişkiler” faaliyeti yer almazken, Batı Harekât Planı “silahsız kuvvetler”in nasıl harekete geçirileceğine dair eylem planlarıyla dolu…
Bir daha hülasa edersek…
27 Mayıs, 28 Şubat ve 27 Nisan TSK’nın “halkla ilişkiler” faaliyeti yürüttüğü darbeler ya da darbe girişimleriydi… Buna karşılık 12 Mart ve 12 Eylül, karakterlerinin farklılığı nedeniyle TSK’nın “halkla ilişkiler”e ihtiyaç duymadığı darbelerdi.
Günün birinde yine bir darbe girişimiyle karşılaşırsak, bu girişim, halkın hatırı sayılır bir bölümünün gönlünü ve desteğini kazanmış siyasi partilere karşı gerçekleştirileceği için, 12 Mart- 12 Eylül karakterinde değil, 27 Mayıs- 28 Şubat- 27 Nisan karakterinde olacaktır.