ALİS HARİKALAR DİYARINDA
http://www.medyatakip.com/medya_sistem/yb_kupurgoster.php?gno=2012102519465&ky
Alis harikalar diyarında
Acaba Alis’in yolunun düştüğü, yahut da sorunlardan kurtulmak için kaçtığı o düş ülkesi burası mıydı?
Çünkü her seferinde, beyazlar giymiş bir kraliçeyi umarken, kan rengi bir kırmızıyla yetinilen avara kasnak bir döngüye mahkûm gibiyiz hepimiz.
Çoğu zaman yalınayak başıkabak yola çıktıkları hâlde, yedi mi yetmiş mi defadır gidip… bazen bereli, sarıklı, takkeli, fesli; bazen kalpak, melon ve Cherlock Holmes’unki gibi çift siperli; bazen de fötr ki zaten Demirel’inki dillere destandır, ya da Al Capone’un veya Bavyeralılarınki gibi tüylü; veya İskoç, tenis ve kovboy; veya şemsiperli serpuş, şu bildiğin köylülerinki yani; yahut Napolyon, Garibaldi, Atatürk’ün giydiği Panama veya Lenin’in başından Ecevit’inkine, fakat daha afilisi emekli iken Çetin Doğan’ın kafasındaki, lâkin o kafanın içiyle sakın karıştırmayalım; ama, ama asıl olanı sona bıraktık, daha çok da asker miğferlisi ve ve ve siyaset sahnesinin esas oğlanı fırdolayı altın yaldızlı general şapkalarıyla… tekrar tekrar dönmelerinin kaçıncı kez olduğunu artık iyice karıştırdığımız bu sonsuz kimlikli “şapkalılar”dan medet uma uma, döndük sarı muma.
“Umut”, toplumun yükseliş zamanlarında yaygınlaşırken çöküş zamanlarında nasıl aşağıya doğru bir eğilim gösterirse, baskın gelerek üstlerinde konumlandığı “endişe ve korku” karşısında da, bir bakarsınız ki başlar dibe doğru düşmeye.
Şimdi soruyorum size; umudun göverdiği günlerde miyiz, yoksa endişenin ve giderek korkunun palazlandığı günlerde mi? Siz söyleyin.
Ve şunu da ekleyin: İslâm dünyasındaki yoğun dindarlaşmanın ve onun türevi olan parçalanmaların umutsuzluk fenomeniyle olan ilişkisi, ateşle barut arasındaki ilişkinin saniyeli fitili kadar olduğu gözardı edilebilir mi?
Edilemezse, bizi o ekşimiş kadim kavgaların neredeyse öznesi hâline getirip içine sokmuş bir hükümetin bu tavrı, çılgınlık değildir de nedir pekiyi?
Ben artık yoğalan yaşamsal korkularımıza bakarak, acaba yeniden toplumsal çöküşün sathı mailine mi girdik, diye kara kara düşünür oldum eskisi gibi.
Burası insana dinamik olmayı değil, dinamikmiş gibi görünmeyi öneriyor ve vaat ediyor.
Meselâ askerler, ileri bir hamle yapmadıkları, gitmedikleri zaman bile neden yerlerinde sayarlar?
Yerinde saymak, yürümek olmadığı hâlde sanki durağan değillermiş de dinamizm içindelermiş imge ve duygusu verdiğinden, yalancıktan ve yanıltıcı da olsa, onca fukaralığa rağmen postalları eskitmeyi bile göze alarak, rap rap diye aynı yerde tepinip durmaktan başka ne olabilir ki?
Şehit cenazesi taşırken bile düşmez o anlamsız tempo.
Canı tükenmişliğini iliklerinde hissettiğinden, “canlı görünme takıntısı” buraların en eski özlemi ve hastalığıdır.
Canlılığın başka türlü belirtileri yok mudur? Olmaz olur mu? Ama ne coğrafyanın kültürü, ne de son sistem roketlerin fiyatı buna imkân tanımaktadır.
O yüzden denetlemedeki Genelkurmay başkanının kulağı dibinde avazı çıktığı kadar bağırarak tekmil vermek, dinamizmden sayılmıştır.
Oysaki tankların yeni modellerinde motor gürültülerinin ve palet şıkırtılarının daha da giderildiği gözönüne alınırsa, günümüz askerliğinde sessiz olmanın artık asıl vasıf hâline geldiği görülecektir.
Ne ki, bizim canlı görünmeye ihtiyacımız vardır.
Hâttâ o kadar ki, ezanı bile minarelerin sonuna kadar açılmış hoparlörlerinden duyurmak, İslâm’ı ne denli canlı yaşadığımızı Allah’a göstermek için olsa gerektir.
Aynı şekilde hükümet de, iyi günlerde topladığı paraları piyasayı canlı göstermek için, evsizlerin gene evsiz ama rantiyelerin biraz daha rantiye olacakları ölü yatırım inşaatlarında savurup durmaktadır.
Birazdan uyanıp hepsinin yok olmasını dileyeceğimiz bir rüyadaki gibi zorumuza gelişen olaylardan, boyumuz böyle cüce kaldığı sürece kurtulamayacağız belli ki. Korkak tavşanlar biliyor da, bir biz bilmiyoruz sanki bunu.
Bizsek yaşayıp gören ve bu bizim rüyamızsa, kehanet kitabındaki geleceği de bizim yazmamız gerekmez mi?
Sorunları hâlletmeye değil de, onları büyütmeye programlı politikaları ve politikacıları, toplumsal yaşamlarımızdan defetmekten kendimizi alıkoymayarak, bin birinci kez de olsa, “haydi bakalım, yeni baştan!” demenin dışında, bir başka dalımız var mı tutunacak?
Utanmaz seçenekleri “ordu göreve” olan postal yalayıcılara benzemeyeceğimize göre, yeniden engin denizlerin berrak sularında kulaç atmaya kalkışacağız demek ki, ye’se kapılmadan.
Sihirli iksirin peşine düşerek dünyamıza mutluluk ve barış getireceğini umduğumuz hükümet, doğru yoldan birden bire saparak sahteliklere mi kardı, yoksa maslahatın gereği olarak üstünden çıkarmış olduklarını tekrardan mı giyindi, pek bir önemi yok artık bizler için.
Bizim hayatlarımız onları memnun etmek için var değildir. Durdurulmaya çalışılacağına alışkın olduğumuz kâinat genişliğindeki hayallerimizden bıkar da düşlediklerimizden vazgeçersek, o içe dönük bedbinliklerin ceremesini hak etmiş olmaz mıyız o vakit?